Eksik Bir Hikâye Bu, zira bu satırların yazarı ne bir Botanikçi, ne de heykeltraş.
Bu satırların yazarı, yani ben, uzun yılllardır yemek pişirirerek hayatımı kazanıyorum. Uzmanlık alanım yemek yani. Mevzu mesela ekmeğin yapımı esnasında hamurun içindeki amino asitlerle glütenin hikâyesi olsa, seve seve şımara şımara keserdim ahkâmı.
Mevzu ağaç.
Tabiatın en renkli, en çeşitli yaşam formuna sahip bir canlıyı bütün yönleriyle, ya da spesifik bir yönelimini (Evet, yönelim! Misal Karaceviz’in, civarında kendisine tehdit olarak gördüğü türleri zehirlemesi gibi.) uzun uzadıya anlatacak muvaffakiyet maalesef yok. O yüzden meselenin orta yerinden ya da beni en çok heyecanlandıran yerinden diyelim, anlatmaya başlayacağım.
Ağaçlar diplerinde yetişen mantarlar üzerinden yüzlerce metrekarelik bir iletişim ve etkileşim ağı kurabiliyorlar kendilerine. Hani hep tekil düşündüğümüz, tekil davrandığımız, sanki kendinden ibaretmiş gibi gördüğümüz ağaçlar aslında senin benim gibi, sizin bizim gibi sosyal varlıklar. Birbirlerini koruyorlar, birbirlerine kol kanat geriyorlar, birbirlerini seviyorlar ya da sevmiyorlar. Öyle tek başına bir duyguyu kabul etmiyorsanız eğer, tek düze bir yaşama dürtüsü yok.
İnsan, tabiatla birlikte yaşamayı değil de onunla savaşmayı seçen bir canlı. Bu yüzden kendinden başka bütün yaşam formlarına karşı bir nobranlıkla yaklaşıyor. Kırsal alandaki çimleri ya da ağaçları mevsiminde usulüyle söküp şehir merkezlerine taşınmasını nasıl açıklayabiliriz ki başka türlü. Aslında çimenin altında yaşayan böceğin, ya da o ağacın üzerine tüneyen kuşun hakkına tecavüz eden bir tutum için nobranlık hafif bile kalabilir ya, neyse....
Ya da bu durum, yani ağacın sosyal bir canlı olduğunu hiçe sayıp, insanın onu başka bir yere taşıması acımasızlığının resmidir belki de. Giden ağaç gittiği yerde geride kalanlar için kederli, sosyal alanlarının merkezinde duran anaç ağaç ise mantarlar üzerinden fazla karbonunu göndererek büyümesine katkı sunduğu arkadaşının gidişinden ötürü kederli.
Gidenin de, kalanın da kederli olduğu bir hikaye bu. Ya da bu benim mülteci hassasiyetimin yarattığı bir kırılganlık hali. Geride bıraktıklarımız, sevdiklerimiz orada mutsuz, biz burada mutsuzuz. Geride bıraktığınız sadece bu da değil üstelik huyunu bildiğiniz bir topraktan huyunu bilmediğiniz bir toprağa sürgün edilmiş ağaç gibisiniz. Yaşam tecrübelerinizin, bildiklerinizin, bildiğini sandıklarınızın önünüze döküldüğü, ayıkladıklarınızın yetmezliğine hayıflandığınız bir düzlüktesiniz. Hayatınız çalışmakla geçmiş ve şimdi “OFF”sunuz.
Sıkıldığınız, hiçbir yere sığmadığınız, ait olduğunuz toprağı özlediğiniz, habire kendinizle didiştiğiniz bir ruh hali!
İlk kez, böylesi bir ruh hali ile aldım elime ağacı. “Arabada yer yok nereye koyacaksın?” diyen arkadaşıma, gayet beylik bir dil ile “sen bakınca ağaç görüyorsun, ben bakınca başka bir şey görüyorum” demiştim. Sonra çöplerden ağaç toplamaya başladım, sanki topladığım her ağaç başka bir ağacın kesilmesini engelleyecekmiş gibi bir duyguyla.
İstemsiz Off olma halimi, boğazıma kadar cehennemle dolduğumu hissettiğim o günleri, içimdeki telvini işleyerek, yeniden hayata kattığım ağaçlara bastırdım. O günler benim için biraz katlanılabilir olduysa eğer, insan eliyle öldürülen ve bir başka şeye dönüşebilecekken çöpe atılan ağaçların dalının, kökünün hürmetinedir.
Dedim ya ne botanikçiyim ne de heykeltraş. Ömrünü kil ve ağaca vakfedenlere saygısızlık etmekten hicap duyarım. Bu yüzden yeni bir form verdiğim ağaçlardan ortaya çıkan son hali herhangi bir sanat disipliniyle ilişkilendirilmesin, ya da heykel denilmesin diye ampuller takıyorum. Şimdi OFF olduğum bütün zamanlarda lamba yapıyorum, kulaklarımda uğuldayan Goethe’nin ışıl ışıl vecizesiyle.
“Işık daha Çok ışık!”
İsmail Edre: Bütün derdi pişmiş aşa su katılır mı katılmaz mı, menemene soğan girer mi girmez mi olsun isteyen, lakin bir taraftan da sınıfların beslenme alışkanlıkları üzerine kafa yoran, belki de bu yüzden tam olarak ne istediğini bilmeyen kafası hayli karışık bir fani.