Skip to main content
SearchLoginLogin or Signup

Türkiye’nin Hayaletleri - Taşlarda, Molozlarda, Harabelerde

Bu makale "Türkiye'de Eleştirel Barış Çalışmaları" projesi çerçevesinde hazırlanmıştır.

Published onOct 01, 2022
Türkiye’nin Hayaletleri - Taşlarda, Molozlarda, Harabelerde

Türkiye’nin Hayaletleri: Taşlarda, Molozlarda, Harabelerde

Meral Akbaş - Özge Kelekçi

 Rivayet odur ki Nietzsche her yaz ziyaret ettiği Surlej’deki Silvaplana Gölü’nün kenarında yürürken bir gün bir kayaya rastlar. Sonraları Zerdüşt Kayası olarak da çağrılacak bu taşla konuşmalarında Nietzsche, yirminci ve yirmi birinci yüzyıl düşünce tarihini kökünden sarsacak kavramsallaştırmalarından birine erişir: “Sonsuza Döngü” [Eternal Recurrence]. Öylece ve kim bilir ne vakittir orada duran bir kayada açılan sonsuz dünya Nietzsche’nin felsefesine tekrarların, dolayısıyla ihtimallerin, yeniden başlamaların, yeni kararların ve kendi etiğini kurmanın düşünsel tohumlarını atar. Sonsuza döngü, “hayatlarımızı aniden kesintiye uğratsak ve tam durduğumuz bu ana kadar olan hayat parçamızı tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsak eğer ne olurdu?” sorusuyla yola çıkar.[1] Sonsuza kadar, sonsuzca kere tekrar ve yeniden ihtimalinin bir hayatın içine, hayatlarımızın içine gelip yerleşmesi taşın açtığı, taşta açılan, taşla açılan dünya(lar)dır. Çünkü “taş, sonsuzluk dairesini çizer… inadına bir kalışın, basbayağı ayakta kalışın özüdür o”.[2] Ama yalnız değil de hayaletlerledir; taşların, yıkıntıların, harabelerin arasında, içinde, etrafında dolanan hayaletlerle; karşılaştıklarına, kendisiyle beraber dolananlara, oralardan göçenlere, göç etmek zorunda bırakılanlara, oralarda öldürenlere, kaybedenlere, öldürülenlerin, kaybedilenlerin öldürüldükleri, kaybedildikleri yerlere, taşların, kayaların, kalıntıların eski sakinlerine, yeni sahiplerine musallat olan hayaletlerle. Biriktiren, dağıtan, hatırlayan, hatırlatan, taşıyan görünür, “ağır” taşların eşlikçileri, yok-varlıkları olarak hayaletler. Bu yüzden belki de “taş, tüm somut cismine inat, kimsenin sahip olamadığıdır”[3]; görünenle göze görünmeyen, ağır olanla hafif olan ya da zaten hiç tartılamayan, sabitmiş gibi duranla bir türlü ele geçirilemez olan bir taşın içinde, iç içedir.

İşte biz de bu yazıda ve bu yazıyı takip edecek diğer blog yazımızda Türkiye’nin uzak ve yakın geçmisiyle barışma ihtimalini ve/ya barışamama halini taşlar, molozlar, harabeler ve hayaletler aksında gidip gelerek, yürüteceğimiz tartışmayı insandan ibaret olmayan dünyalara doğru açarak okumaya, tartışmaya çalışacağız. Bu ilk metinde kuramsal bir bakış açısı, kavramsal bir çerçeve oluşturmaya çalışırken, ikinci yazımızda ise Türkiye’nin hafıza kutusunu açaraktaşlaşan hayaletlerin hikâyelerinin, hayaletleşen taşların izlerinin peşine düşeceğiz.

Tim Edensor, taşlara odaklanmanın, taşa dikkat kesilmenin, taşla uyumlanmanın daha önce fark edilmemiş şeylerin[4], dokuların, yoklukların ve izlerin görünür hale gelmesini sağladığını yazar: “Taşlı şeyler [stony objects] bir araya gelişleri tesis eder, çağrışımları toplar ve ortadan kaybolmuş, yitirilmiş ilişkileri geri çağırırlar. Öyküleri tahrik eder, beklenmedik hisleri ve duygulanımları üretirler”.[5] Taşa yakın olmak, taşların etrafında gezinmek farklı zamanların ve farklı mekânların birbirine doğru açıldığına, taşın bir parçasında, altında, içinde, üstünde zamanların, mekânların biriktiğine, birbirinin içine nasıl da geçtiğine tanık olmaktır. Birhan Keskin’in deyişiyle, “bütün yeryüzü taşın her zerresinde”dir.[6] Dolayısıyla geçmişe ya da geleceğe, distopik ya da ütopik mekânlara, şarkılara ve de ağıtlara, umutlara veya kayıplara yakınlaşmak ya da uzaklaşmak, bir çeşit kırılmayla, çoğunlukla içinden ışığın sızdığı bir çatlakla, toprağın yarası, yine Birhan Keskin’in sözleriyle “buranın en eskisi… dünyanın karnı”[7] olması sebebiyle taşların dolayında mümkündür. 

 

Taşın Sakladığı

Bu, tanıklık ettiği her acıyı kaşlarıyla bitişmiş göz kapaklarına, saçlarındaki aklara, alnındaki derin çizgilere yansıtıp, tüm acıları ve hoşnutlukları geride bırakarak, tanımadığı bir şehirde, “bekleyen” bir kadının, bin kadının öyküsü. Bu “çakıl taşı” kavramının dilden düşmediği bir trajedinin ortasında, kendi topraklarından gelen bir taşın üzerine gözyaşı döken kadının öyküsü.[8] 

Evrim Alataş, Taş isimli köşe yazısında İstanbul’un bir köşesinde yaşamak zorunda bırakılan Mardinli bir kadını anlatır. Alataş’ın Mardin’e gideceğini duyan kadın ondan bir taş getirmesini istemiş, o da dönerken bir tarlanın kenarından aldığı taşı kadına getirip vermiştir. Yazı şöyle biter: “Taşı getirip verdiğimde, gurbetten ana vatanına dönmüş mülteciler gibi üç kez öpüp, alnına götürdü. Sonra da yine Kürtçe “Ölülerimizin kanı vardır bunda” dedi… Sonra, taşın üzerine gözyaşı döktü”.[9]

Pierre Nora tarih ile hatırayı kıyaslarken, biraz da tarihi haklı çıkarmak amacıyla, tarihin geçmişin bir temsili olduğunu, oysa hatırlamanın/hatıranın şimdiye dair olduğunu ve şu anı sonsuz bir zamansallığa bağladığını dile getirir: “Hatıra, hatırlama pratiğini kutsal bir bağlama yerleştirir… Hatıra, gruplardan taşar ve bu grupları kaynaştırır… Hatıra, somutta köklenir: mekânda, tavırda, imajda ve şeyde köklenir”.[10] Nora’nın hafıza mekânları olarak isimlendirdiği ve hatırlamayı mümkün kılan zaman ve uzayı açan en önemli şeylerden biri de taş ve taş yapılardır. Bireysel ve toplumsal bağlılıkları, sırları, sözleri, “bir zamanları” ve “uzun süren gelecekleri” bağrında taşır. Çoğunlukla suyun, nehrin, denizin, akıntının gücüyle yer/yön değiştirir. Nesilleri aşar. Coğrafyaları keser. Unutulmayacak olanların gizemlerini susarak korur. Tıpkı Diyarbakır’la Mardin’in sınırından, askeri alanın karşısındaki bir tarlanın kenarından gelen, iki kadını birbirine değdiren, bir savaşın ortasından şimdi artık başka bir yaşam kavgasının ortasına düşen, düştüğü yerde, bir kadının elinde geçmiş ve gelecek olarak duran, hem ölüm, acı, hem hasret, hem öfke, hem de belki bir ihtimal, bir umut o taş gibi.

 

Taşın Yaşadığı

Taş [hatırayı] alıkoymaktan çok yoğunlaştırır. Hiçbir niyet olmadan bir araya getirilmiş taşlar bile garip ve güçlü canlılıklar ortaya çıkarabilirler. Sıklıkla ölüme dair bir metafor olarak kullanılsa da, tarihle ve hatırlamalarla bezenmiş taşlar önceden belirlenemeyecek geleceklerin ve beklenmedik kuvvetlerin mahali haline gelir. 

Taş hayatı tutar.[11]

Hayatla taşın ilişkisi tarihten de öncedir. Yazılı ya da yazısız tarihin öncesinde yaşam taşlarla ve taşın gücüyle örülmüştür. İlk aletlerin taştan yapılmasıyla birlikte taşın aldığı biçim, kullanılma şekli çağların bitmesine ve başlamasına neden olur. Değirmenler, değirmen taşları yerleşik ve yeni hayatın, tarım devriminin önemli parçası, yaşamın devam ettiğinin, yeni bir toplumsalın kuruluşunun göstergesidir. Çok ilginçtir ki, Türkiye’den sürülen, yok edilen, öldürülen halklardan kalan değirmen taşları define avcılarının hâlâ gözde av mekânlarıdır. Yaşamın bir işareti olarak değirmen taşları bugün halkların hafızalarının yağmalandığı alanlar olmuştur. Karşılaştığımız bir sosyal medya iletisinde define avcılarına şöyle yol gösterilmektedir: “Bir değirmene girdiğinizde ilk bakmanız gereken nokta değirmen taşının altıdır”.[12]

Martin Heidegger, İnşa, Yerleşim, Düşünce isimli makalesinde zaman ile mekân arasında yerleşme ve inşa etme eylemleriyle birlikte ortaya çıkan potansiyelleri analiz eder ve herhangi bir mekâna bakarken mekânı uzaysal bir kapatmadan çok zamanın katmanlarının açılması olarak okumak gerektiğini dile getirir.[13] Yaşamla ilişkisi bakımından taş da aynı şekilde değerlendirilebilir. Zamanın katmanlarının ve aynı zamanda jeolojik çağların tabakalarının açılması ve izlerinin sürülmesi de taşlarda birikenlerin okunmasıyla, yani taşların altına, içine bir “av” için, avlanmak için değil de taşa sızanı canlılığın bir kanıtı olarak hayata yeniden davet etmekle mümkün olur. Twitter’da @sapinuwa isimli bir kullanıcı 23 Mayıs 2022 tarihinde çeşitli mermer yapılarda toplanan fosilleri incelediği bir zincir ileti yazar. Bu iletilerde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eski binası fuayesinde bulunan mermerlerdeki fosil nümülitler, Bartın’da bir otelde bulunan elli milyon yıllık fosilleri barındıran taş duvarlar, Güray Müzesi’nde yer olan ekinoid kesitler, @sapinuwa’nın yedi yaşındaki kızının bir okulun mermerlerinde fark ettiği milyonlarca yıllık fosiller, Ankara Numune Hastanesi’nin bütün duvarlarında kullanılan taşlarda uyuyan fosiller uzun uzun, fotoğraflarla anlatılır. Bu muhteşem çeşitlilik ve canlılık, taş yapıların dünyayı insan ötesine taşıma kapasitesinin en çarpıcı örneklerindendir.[14]

Taşın Yıkıldığı

 Kültürel miras endüstrisi sayısız kalıntıyı sıkı biçimde kontrol edilen yerlere dönüştürdü. Bu mekânlarda ziyaretçiler fotoğraflayabildikleri ancak dokunamadıkları yıkıntılar üzerine düşünmek için para öderler. Bu kalıntılar bundan sonraki dünyaları[15] olmayan nesnelerdir: Ölü bir geçmişin ölü nesneleri. Bu nesnelerin değerleri çok uzaktan geçmişten gelir. Kültürel miras endüstrisinin en iyi korunan sırrı kalıntıların fetişleştirilmiş molozlar olduklarıdır.[16]

Gaston Gordillo, Moloz ismini verdiği kitabında kalıntılar ile molozlar arasındaki dinamiği analiz ederek, kalıntıların Marksist bağlamda ve Henri Lefebvre’nin mekân tartışmasına atıfla soyut emeğin karşılığı olacak biçimde soyut ve bir bakıma ölü nesneler olduklarını, hayatın içerisinden koparıldıklarını dile getirir. Dışarıdan bakıldığında, daha doğrusu kalıntıların civarında yaşayan bölge halklarının gözünden bakıldığında bu yıkıntılar, dokunulabilir, dönüştürülebilir, içinde yaşanılabilir, mücadele edilebilir ve yeniden yapılandırılabilir molozlardır.[17] Gordillo’ya göre, bu sebeple, molozlar tam da somut emeğin karşılığıdır, içinden fetişleştirme geçmez, ilişki kurulabilir ve müdahale edilebilirdir. Adorno’dan dağılış mantığı [logic of disintegration] kavramını ödünç alan Gordillo, kalıntıları ve molozları yeniden kavramsallaştırırken bu mekânlarda geçmiş ve yaşanmış olanlarla yüzleşmenin çok daha güçlü potansiyellerinin ortaya çıkabileceğinden söz eder. Belki tam da burada Georg Simmel’in Harabe metnine dönebiliriz[18]: Simmel bu metninde harabeleri “yaşamın geçtiği yerler” olarak tarifler. Fakat bununla birlikte aynı harabede, yani şimdi “yaşamın çekip gittiği” bu yerlerde “yaşamın bir zamanlar… ikamet etmiş olması”, geçmişin şimdide toplanmış ama bununla birlikte geride kalanlarla, eklenenlerle yeni ve başka bir bütünün de ortaya çıkmış olması, harabelerin, tam da Gordillo’nun bahsettiği anlamıyla geçmişle bugün arasındaki gerilimin kırıldığı/çözüldüğü/kesintiye uğradığı başka bir zaman/mekân formunu işaret etmesi anlamına gelir. 

Türkiye’de korunan, korunmayan, fetişleştirilen, yok edilen, moloz kabul edilen ya da büyük oranda bölge halkları tarafından değil de yerel yönetimler, arkeolojik otoriteler ve devlet tarafından işgal edilebilir alanlar olarak görülen taş yapılar, kalıntılar, molozlar, harabeler Türkiye’nin şiddet tarihini anlamak için bir kaynak olarak karşımızda durmaktadır. Mesela herhangi bir anıt alanda büyük boşluklar var ise orada mutlaka unutulması/unutturulması gereken, yüzleşilmemiş geçmişler vardır. Eğer tarihi bir mekân korunmuyorsa o mekân resmi tarih anlatısının içinde zaten kendine zar zor yer buluyor demektir. Eğer bir mekânın kalıntıları moloz olarak değerlendiriliyorsa çok büyük olasılıkla kabul edilmemiş bir devlet şiddetinin ve/ya ihmalinin, örneğin Kürt bölgelerine yapılan bombardımanların ya da insanların güvenliğinin göz ardı edildiği deprem ve sel felaketlerinin yıkıntılarının izlerini taşıyordur. Türkiye’de kalıntıların, yıkıntıların, molozların, harabelerin üzerinde hayaletler dolaşır; hayaletler taşların çatlaklarından, suların derinliklerinden, moloz yığınlarının arasından kendilerine alan ve imkân açmaya çalışırlar.

Taşın Konuştuğu

Gerçek koleksiyoncu için, sistemdeki en küçük şey o çağın bütün bilgisini taşıyan bir ansiklopediye dönüşür, peyzaj, sanayi ve bunların mülk sahipleri. Koleksiyoncunun o belirli şeyi büyülü bir çembere kapatmasındaki derin etkilenme, bir titremeyle gelen o göz kararması, taşa dönüşür. Her şey hatırlanır, her şey düşünülür, bilinçli her şey desteklenir, çerçevelendirilir, döşemenin parçası olur ve mülkiyetin mührüyle kapanır.[19]

Koleksiyoncular biriktirme nesnesi olarak taşa baktıklarında belki de onun konuşmasını beklerler. Jeolojik çağlardan itibaren geçmişin uzak ya da yakın izlerini bugüne, şimdiye getirmesine ve görünür kılmasına taşların, taş yapıların aşık olur koleksiyoncular. Tam da bunun için taşları oldukları yerden alır, taşır, biriktirir; tarihlerinden, anlamlarından, tüm başka taşıdıklarından koparıp bambaşka taşlarla yan yana getirirler. Bu montaj tekniği, bu yan yana getirme edimi taşın biriktirdiklerini silmiyor ve aksine taşı başka anlamlara doğru açıyorsa, onun dünyayla yeniden ve başka biçimlerde iletişime geçmesini sağlıyorsa, başka bir deyişle taşın dilini söküyorsa, koleksiyoncu – Benjamin’in anladığı anlamda – işini yapmış demektir. Çünkü taştaki hayaletler artık başka hayaletlere doğru çekilmiş ve sessizin dili başka sessizlerle konuşmaya başlamıştır.

Ermeni Taş ustaları, dülgerleri, demircileri, tenekeci, çilingir ve nalbantlarından oluşan Amele Taburlarının muvazzaf askeri Simon Efendi, namı diğer Sigi Usta, Zara’nın başı ucunda askeri kışla ve lojmanların yapımına canla basla katıla dursun, Sarıkamış’ta askeri kırdıran Enver Pasa, İstanbul’a dönüyor, bir süre sonra da bütün Ermenilerin yerlerinden alınıp, usul-ü hal ile cenuba, El Cezire ve Suriye çöllerine yerleştirecekleri açıklanıyordu. Tekmil inşaattan mesul, faziletli mi faziletli, Suriye Esmeri Binbaşı Yahya Bey aralarında Sigi Ustanın da olduğu Zaralı Amele Taburu erlerini içtima ediyor, titrek, üzgün bir sesle “Arkadaşlar” diye söze başlıyordu. Memnuniyetinden söz ediyor, sadakatlerini ve maharetlerini övüyordu. Ve sonra o gün aldığı “Bütün Ermeni tebaasının tehcir edilecekleri haberinin gerekçelerini açıklamaya çalışıyordu.[20]

Taşın birikme ve biriktirme gücü yüksektir. Hele ki hatırlama ve hatırlatma gücü. Peki taşı bir zamanlar konuşturmuş olanların sesleri? Taşın oyulduğu o yerler ustalarının izlerini nasıl anlatır? Hangi tarih dökülür hiç olmayan sayfalara, belgelere, arşivlere geçmemiş binaların dilinden? İstanbul’un camileri, sarayları, o bakmalara doyulamayan ve bugün banka, müze ya da müdürlük olarak kullanılan eski İstanbul binaları Balyan Ailesi’nin elinden çıkmamış mıdır? Önceleri kilisedir mesela şimdiki Gaziantep Kurtuluş Cami; sonra, Ermeni Soykırımı’ndan hemen sonra bu kilise cezaevi oluverir ve en sonunda da cami. Sarkis Balyan tarafından planlanan, Sarkis Taşçıyan tarafından inşa edilen bir kilise bir anda nasıl olur da cezaevi olur? Taşın konuştuğudur, taşın itirafıdır. 

O zaman burada yokluğun ve hayaletlerin politikası işlemektedir. Bu görsellerde [yıkılmış Ermeni evleri, Ermeni kiliselerinin fotoğraflarında] bir yıkım ve yok etme tarihinin hortlakvari varlığı işlemektedir. Bu görseller yıkımın, çürütmenin ve ortadan kaybolmanın süreklileştirilmiş haline yakınlaşır ve bu görüntüleri büyütür, ki bu da ikincil tanıklığı ve yas tutma pratiklerini besler… Hayaletimsi sesleri yankılarlar ve ötelerinde sessizlik yayılır. Adalet borçlu olduğumuz ölülerimizin sessizliği.[21]

Bir zamanlar var olanın yokluğunun konuşması taştan dillenir demek ki. Taş ki unutmaz. Taş ki üzerine işleneni anlatır, üzerinden kazınanı anlatır, yıkıldığını anlatır ve belki yokluğuyla anlatır en çok. Ermeni taş ustalarının bu topraklardaki emeğini, Rum evlerindeki gündelik hayatı, Süryanilerin oyma taşlarını, tüm o kocaman geniş varlığı şimdi hayaletler sarmıştır. Köyden köye, köyden kente, kentten köye efsaneler dolanır. Varlık vergisinin ardından evlerin duvarlarının içine saklanıldığı düşünülen, Ermeniler canlarını kurtarmak için kaçarken ve katledilmeden hemen önce değirmen taşlarının, mezar taşlarının içine içine gömüldüğüne inanılan o mücevherlerin peşine düşer bir sürü adam. Varlığın reddi, define avcılığıyla kendi kendini yalanlar. Değerli taşların peşine düşen avcılar, dedelerinin günahlarını aklamak zorundadırlar belki de, ki ganimetlere el konulsun. O taşlar ki Ermeni kadınların hayallerini, yüzyıllarını saklamıştır oysa. Saklanan taş, şimdi ganimetçinin elindedir; itiraftır: ‘‘Bizim evimizin önünde bir taş var. Bu masa kadardır. Taş komple yazılıdır… Ama öyle bir taştır adam kıyamıyor bakmaya. Öyle kapıda bekliyor… İki tane de ağzında üzüm taşıyan tavus kuşları var. Taşın üstünde. Bize dediler ki bu üzümler pırlantaya işaret ediyor. Ben de çekiçle kırdım… o üzümleri kırdım ama çıkmadı”.[22]

 

Taşın Karanlığı 

Karanlık gücü taşın duvarla başlar belki. Sınırla. Evi evden, evi dışarıdan, mahalleyi mahalleden, siteyi gecekondudan, ülkeyi yabancıdan/düşmandan/mülteciden koruyan duvarla. En çok hapishane duvarlarında kalınlaşır bu karanlık. Taşın kapatma ve sınırlama gücü karanlıktır. Ama her karanlıkta çatlaklardan bir şeyler sızar, kimi zaman su, kimi zaman ışık, kimi zaman hatıralar, kimi zaman bir mektup, kimi zaman da bir şarkı. Günümüz dünyası kapatarak disipline etmeyi kural edinmiştir. Kapatarak dışarda bırakır, kapatarak içine alır; kapatarak birey yapar, kapatarak kopyalar ve yine kapatarak farklılaştırır. Bu izolasyon ve tecrit arkeolojisinin ayrıştırma ve birleştirme özellikleri toplumun kuruluşunu işaretler. Şehirlerin iç sınırlarını belirginleştiren ve yenileri yapıldıkça, belki de her gün yeni iç sınırları dolaşıma sokan yüksek güvenlikli siteler, küçücük pencereli evler, okullar hapishanelere benzer. Hastaneler okullara benzer. Her bir betonarme yapının içerisinde ve dışında aynılıklar ve ayrılıklar birikir. Taş duvarlar kapatarak kurar. 

Toplumsal mekânın nihai temeli yasak mıdır? Bu temel, toplum üyeleri arasındaki iletişimlerde söylenmeyen, bu üyeler arasındaki mesafe, bedenler ve bilinçler arasındaki mesafe ve alışveriş güçlüğü; toplum üyelerinin en dolaysız ilişkilerinin ve bedenselliklerinin parçalanması ve ardından da asla tamamen gerçekleşmeyen bu ilişkilerin, yasakların ve buyrukların özelleştirdiği yerlerin devamı olan bir çevrede onarılması mıdır?[23]

Bir çeşit negatif teoloji[24] olarak mesafeler, yasaklar ve ayrıştırma pratikleri toplama kamplarında, cezaevlerinde, akıl hastanelerinde, karantinalarda işliyormuş gibi görünse de tüm topluma yayılmıştır. Mesafeyi ve yasakları en belirgin haliyle somutlaştıran sınır çizgileri olarak taşlar ve duvarlar, daha evin içi ve dışı ayrımından başlayarak belki de özel ile kamusalın, toplum ile bireyin ayrılmasına, ayrışmasına sebep olmuştur. Artık taş ve betonarme yapıların ayrıştırma ve farklılaştırma gücü daha çok devrededir. Bu güçle birlikte taş her şeyin değilini de işaret eder. Taşın karardığıdır.

Türkiye’de kimsesizler mezarlıkları ölümün radikal ve marjinal mekânlarıdır. Çünkü bu mezarlıklar yalnızca evsizlerin değil aynı zamanda resmi olarak tanınmayanların da gömüldükleri mezarlıklardır. Hukuki olarak, eğer herhangi bir aile üyesi, ölünün cenazesine sahip çıkmazsa, beden kimsesizler mezarlığına gömülür. Bu nedenle kimsesizler mezarlıkları birer cezalandırma mekânı olarak da işlev görür, bu alanlarda aile ve devlet tarafından tanınmayanlar yatar. Hatırlamanın/hatırlanmanın ve ölümsüzlüğün mekânları olan mezarlıklar, Türkiye’de azınlıklara, devlet karşıtlarına, göçmenlere, LGBTQI bireylere kapalı gibidir. Azınlıkların mezarları, Kürt halkının mezarları talanın ve şiddetin mekânlarına dönüşürken – ilkinde define avcılığı yapılması ve/ya nefret suçları işlenmesi, diğerinde ise mücadelenin tüm izlerinin silinmesi olarak –, kimsesizler mezarlığı da bu ortadan kaldırma ve unutturma pratiklerinin devamı olarak işler. Dolayısıyla Türkiye’de mezar taşına sahip olabilmek dahi bir mücadelenin parçasıdır. Taşın yokluğudur.

 

Taşın Direnişi

Homo türleri yaklaşık iki milyon yıl önce çeşitli şeyleri diğer maymunsu türlerden çok daha büyük bir beceri ve tutarlılıkla fırlatmaya başlarlar. İnsanın evriminde taş ve diğer şeyleri fırlatmak hem diğer türlerle mücadele etmenin hem de avlanmanın en temel araçlarından biri olur. İki milyon yıllık bu evrimle birlikte Homo Sapiens artık dünyanın en iyi taş fırlatıcısıdır.[25]

Şiddetin devletler, mafyatik örgütler ve küresel şirketlerin elinde tekelleşmesinin ardından kitlesel halk direnişlerinin en önemli araçlarından biri yeniden taşlar olur. Taşın direnişle buluştuğu eylem alanları, Edward Said’in Batılı işgalciye fırlattığı taş, barikatların arkası, Paris Komünü’nden Tayland’a, Gezi Direnişi’nden Kürt çocuklarına bambaşka bir dünyanın kapısını aralar. Başka bir dünyayı kurmanın mümkünlüğünü gösterir. Bir taş fırlatılır ve zamanla mekân farklı bir yöne döner, direnmenin yönüne. Cezaevleri duvarlarındaki çatlaklar, mezar taşlarındaki hayaletler, yıkıntıların arasında biriken sessizlikler bir taşın yerinden oynamasıyla büyüyebilir, ortaya çıkabilir, dile gelebilir. 

Burada kimsenin zamanı, sabrı yok, kimse kulak asmıyor sana. Biz yeni gelenler, içgüdüsel bir hareketle köşelere, duvarlara sığınıyoruz; sırtımızı güvene almak için”.[26] Kimi zaman da Levi’nin yazdığı üzere, toplama kamplarında, cezaevlerinde işkenceden kurtuluşun, yok oluştan sıyrılışın bir hamlesine dönüşür taş ve taş duvarlar. İsmini kazır bir Yahudi bir duvara ve sonraya kalır adı. Ölümün ve insani etiğin son durağında hatırlanabilmek için duvara yaslanır insan. Duvarın mücadelesidir.

Köprü altlarındaki, şehrin en yoksul mahallelerindeki grafitiler ve duvar yazılamaları, soylulaştırma operasyonlarının parçası olarak yerel belediyelerin ve sanat tekellerinin eline henüz düşmeyen duvarlar gençlerin dili haline gelir. Soldan yana yazdıkları yüzünden hayatını kaybedenlerin hâlâ izlerini taşır eski gecekondu duvarları. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir stadyum çok uzun zamandır taşa kazınan DEVRİMle çağrılır ve bu yazının sökülememesiyle, asla silinememesiyle varlık kazanır. Taşa kazınandır.

Kısa bir videoda görürüz; şehirlerarası bir yol kenarında bir grup beyaz yazmalı yaşlıca kadın oturmaktadır.[27]Yorgunlukla karışık bir gülümseme vardır yüzlerinde. Ellerinde ise beş taş. Karşılıklı o bilindik oyunu oynarlar. Bir eylem dönüşüdür belki ya da bir eyleme gidiyorlardır. Bir cezaevi ziyareti öncesi ya da sonrası da olabilir. Kürt kadınların elinde taş oynar, hareket eder; atılır, toplanır, saklanır; taş mücadele eder. Taşlar birbirini bulur, bir araya gelir, birbirinden uzaklaşır ve yeniden buluşur. Taşlar değişir, değiştirir.[28]

 

Taşların Hayaletleri, Hayaletlerin Taşları

Batı metafiziğinin varlık [bulunuş] felsefesine karşı çıkan Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri isimli kitabında Hayalet Bilimi [Hauntology[29]] kurmaya çağırır. Gelecek ve geçmişin geri gelişinin peşine düşen Derrida, sonsuz şimdiler bütünü olarak varlık metafiziğine karşı çıkar. Geleceğin ve geçmişin hayaletlerini şimdiye taşıyarak saygın birer araştırma nesnesi haline getirmekten söz eder. Yeri doldurulamayacak bir işgal hareketiyle gelen “sonsuz şimdiler” zamanı bütünüyle kapsayarak hortlakları dışarı atmaya çalışmaktadır. Bu zamandışılık hortlaklara bir çeşit dilsizlik verir, onları kavramsallaştırılamaz hale getirir. Derrida, entelektüelin sorumluluğunun bu bilgisine erişilemez olan ama aynı zamanda korunması gereken hortlakların etik yükünü taşımak olduğunun altını çizer. Şimdinin kendi kendine yeter bir zaman/mekân kuramadığını söyleyen Derrida, hayaletlerle konuşmanın yas tutmaktan, romantize bir bakış açısıyla bir sırrı açığa çıkarmaktan ya da utançtan anlatılamayanları dile getirmekten ziyade, geçmişin seslerinin bugünde/yaşayanlarda duyulur hale getirilmesinden ve geleceğe müdahale edebilir olmasından söz eder. Hayaletlerin men edildikleri zamansallığa yeniden çağrılmaları gerektiğini dile getirir. Geçmişte unutulmaya mahkûm edilmiş alternatiflerin ve geçmişin gelecek tahayyüllerinin anımsanması olarak hayalet bilimi, gayri maddi olanın maddi sonuçlarının izlenmesi demektir. 

Patricio Guzmán, Rüyaların Dağları isimli belgeselini şu cümleyle açar: “Sanki her şey, dünyadaki çatlaklardan sızıp kaybolmuş gibi”. Belki o yüzden bir yerde And Dağları’ndan çıkardığı kayaları nasıl açtığını, içinde ne var diye onlara nasıl merakla baktığını anlatır. Başka bir yerde de And Dağları’nın Şili’deki tüm diktatörlük boyunca yerli yerinde durduğunu, aslında her şeyi izlediğini, dağların tanık olduğunu söyler. Belgeselin bu üç farklı kısmı, taşların hafızanın, hatırlamanın ve geleceğin potansiyellerinin, yitik geleceklerin ve olamamış geçmişlerin yeniden konuşabilmeleri için nasıl güçlü ve saklanan/saklayan, yaşayan, yıkılan, konuşan, karanlıkta kalan, direnen bir zemin olduğu noktasında, yani bu metnin temel argümanı çerçevesinde buluşuyor. Ve ta en başından beri “dili çok uzun bir yankı” taş diyor ki: 

Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgârlar yurt bildi zirvelerimi.

Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime

açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.[30]


 

Notlar

[1] Nietzsche, bu hayatı sonsuz kez yaşamaktan memnun olacağımız biçimde yaşamamız gerektiğini ve kendilik etiğimizi ancak böyle kurmak durumunda olduğumuzu söyler.

[2] Karin Karakaşlı, “Taş Քար Stone”, Boşluğun Gücü içinde, der. Norair Chahinian, İstanbul: Aras Yayınları, 2015, s. 34.  

[3] Karin Karakaşlı, a.g.e., s. 34.

[4] Bu yazı dizisinde şey, nesne/özne ikiliğine düşmemek adına “object”in karşılığı olarak kullanılmaktadır. Şeyleşmek fiili ile ilişkili değildir.

[5] Tim Edensor, Stone: Stories of Urban Materiality, Manchester, UK: Palgrave MacMillan, 2020, s. 296.

[6] Birhan Keskin, “Taş”, Ba içinde, İstanbul: Metis, 2007, s. 35.

[7] Birhan Keskin, a.g.e., s. 35.

[8] Evrim Alataş, Biz Bu Dağın Çiçeğiydik, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s. 149. 

[9] Evrim Alataş, a.g.e., s. 151-152.

[10] Pierre Nora, “General Introduction: Between Memory and History”, Realms of Memory: The Construction of The French Past I Conflicts and Divisions içinde, New York: Columbia University Press, 1996, s. 3.

[11] Jeffrey J. Cohen, Stone: An Ecology of the Inhuman, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2015, s. 196-197.

[12] Alıntının tamamı şöyledir: “Define Değirmenin Neresinde Olur? Milattan yüzyıllar öncesine dayanan değirmenin tarihi 20. yüzyıla kadar işlevini sürdürmüş tesislerdir. Temel işlevi buğday, mısır gibi benzer besin kaynaklarını una çevirmek için kullanılan ticaret alanıdır. Her değirmende define olur diyemeyiz fakat definenin en çok olduğu belirgin noktalar diyebiliriz. Bir kuyu, kilise, köprü gibi definenin sıkça alındığı noktalar neyse değirmenler de bunlara eşdeğer define bulunabilecek öne çıkmış define yerleridir. Değirmen Taşları: Bir değirmene girdiğinizde ilk bakmanız gereken nokta değirmen taşının altıdır, dikkat edin iki adet değirmen taşı vardır, biri üst biri alt. Siz alt değirmen taşına bakacaksınız. Bu, yere sabit olur. Bu taşın altında hakçının parası olur, hakçı demek değirmenci demektir. Bunu da belirtelim. Diğer değirmen taşı ise ortası delik olup 120 cm çapında 25 cm kalınlığındadır. Bu üste koyulan değirmen taşıdır, seyyar olan”;  https://www.facebook.com/antikparalar/photos/a.110608410337929/375143430551091/?type=3 [Erişim tarihi: 25 Haziran 2022].

[13] Martin Heidegger, “Building, Dwelling, Thinking”, Basic Writings. Ten Key Essays, plus the Introduction to Being and Time içinde, San Francisco: Harper, 1993, s. 343-364.

[14] https://twitter.com/sapinuwa/status/1528784063082921991?t=aCznqMW63gx7vqGOyq2T3w&s=08 [Erişim tarihi: 24 Mayıs 2022].

[15] Yazar burada Walter Benjamin’in “afterlife” kavramına gönderme yapıyor. Benjamin’e göre nesneler, kullanım ömürlerini tamamladıktan sonra başka bir dünyaya geçerler ve burada farklı olasılıklar evreninde açılırlar.

[16] Gaston R. Gordillo, Rubble: The Afterlife of Destruction, Durham: Duke University Press, 2014, s. 8-9.

[17] Aynı zamanda sömürgeci tarihle yüzleşmenin de bir aracı olarak Arjantin’deki İspanyol kalıntılarını inceleyen Gordillo, bölge halklarının bu taşlarla kurduğu ilişkinin bir araştırmacı olarak kendisini ve antropolojik bakış açısını nasıl dönüştürdüğünü de kitabında anlatmaktadır.

[18] Georg Simmel, “Harabe”, Harabe Kapı ve Köprü, Kulp içinde, çev. Alp Tümertekin ve Nihat Ülner, İstanbul: Janus Yayıncılık, 2020, s. 7-38. 

[19] Walter Benjamin, “The Collector”, The Arcades Poject içinde, Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press, 2002, s. 205. 

[20] Doğan Akhanlı, Kapıyı Çalan Kimdi?, Bakış Dergisi, 1999; https://www.arasyayincilik.com/basindan/kapiyi-calan-kimdi/ [Erişim tarihi: 1 Haziran 2022].

[21] Alice von Bieberstein, “Holes of Plenty”, Etnofoor, 2021, 33 (2), s. 82.

[22] Kübra Kurt Çalışkan, Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 2019, s. 85.  

[23] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019, s. 65.

[24] Giorgio Agamben negatif teolojiyi, herhangi bir varlığı, taşımadığı sıfatlar üzerinden tanımlamak olarak anlatır. Mesela Ortaçağ Hristiyan teolojisinde Tanrıyı tanımlamanın en temel yöntemi budur; Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stanford University Press, 1998.

[25] Michael P. Lombardo, Robert O. Deaner, “Born to Throw: The Ecological Causes that Shaped the Evolution of Throwing in Humans”, The Quarterly Review of Biology, 2018, 93 (1): 1-16.

[26] Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, İstanbul: Can Yayınları, 2013, s. 48

[27] https://twitter.com/celikferad/status/1519312579256107008?t=8AIHaCkM75QwX9gYXDaijg&s=08 [Erişim tarihi: 30 Mayıs 2022].

[28] Evet, taşlar değiştiriyor; taşlara inanan, bizimle birlikte artık her yerde taş görmeye başlayan güzel dostumuz Taylan Özgür Öz’e çok teşekkür ediyoruz.

[29] Ontoloji terimine musallat olan hayaletler anlamında hayalet bilimi [hauntology] kastedilmektedir.

[30] Birhan Keskin, “Taş”, s. 35.


* Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. This publication or parts of it can be used by others for free as long as they provide a proper reference to the original publication. The content of the publication is the sole responsibility of Off-University. Organisation für den Frieden e.V. and does not necessarily reflect a position of RLS.

Connections
1 of 2
Comments
0
comment
No comments here
Why not start the discussion?